İŞGAL - BÖLÜM III
Kadın tavırlı halini bir kenara bırakıp eski haline döndü ve hologram klavyesini çıkarıp yalnızca tek bir tuşa yavaşça dokundu. Kadının fiziksel hatlarında dalgalanmalar meydana geldi, insanı sureti yok oldu ve gerçek görüntüsü açığa çıktı.
Karşısında tamamen kırmızı ten rengine sahip bir uzaylı duruyordu. Üçgen bir kafası, ince bir beli ve her yerinden dokunaçlar çıkan bu yaratık, utangaç tavırlarla gözlerini ona dikmiş bekliyordu. Gözlerinin içerisinde birden fazla gözbebeği bulunuyordu ve hepsinin içerisinde farklı renklerde hareler dönüp duruyordu.Harelerin dansı ilk bakışta ürkütücü görünse de birkaç saniye içerisinde cezbedici bir hale bürünüyordu.
Gözlerinin üzerinde kaş hattının en sonunda iki adet tümsek vardı. Gözlerine ait boynuzlar gibi duruyor fakat vücudunun çeşitli yerlerinde bulunan dokunaçları gibi istemsizce titreşiyorlardı. Ağzı ise bu boynuzların her titremesinde yavaşça açılıyordu. Dört küçük noktadan oluşan ağzı, titreşimler sırasında açıldığında düz bir hat oluşturuyordu ancak titreşimler bitince deri yavaşça şekil alıp dört noktayı ortaya çıkarıyordu.
Dokunaçlarının çıkış yeri kafasının en üst ve orta kısmından başlıyordu. Dokunaçlar kafasının bir kısmından aşağı saç gibi dökülüyor, diğer bir kısmı ise çenesinden aşağı sarkıyor ve vücudunun belirli bir bölümünü sarıyordu. Her bir dokunaç yüzeyinde damarlı bir yapı barındırıyor ve iç içe geçen bu damarlar saç örgüleri gibi uzuyordu.
Kadın olduğunu belli eden herhangi bir imge ya da ibare görünmüyordu. Görünüş olarak neden bir kadın seçtiği ise belirsizliğini koruyordu. Dokunaçları yere kadar uzanıyordu ve bacakları gibi görünen uzun uzuvlarını sarıyordu. Bacağa benzer uzvu tek bir tane gibi görünüyordu fakat çok küçük bir harekette, tek bacağı birkaç farklı parçaya ayrılıyordu.
Karşısındaki bu yaratık birçok yönü ile ahtapota benziyordu.
Lambalardan yansıyan ışıkların parlattığı teni ile uzaylı, onun yanına yaklaşıp gözlerine baktı.
“Halbei olduğumu nasıl anladığını bilmiyorum. Çok çabuk belli ettim değil mi?”
Çeviri sistemi hızlı bir şekilde çalışıyordu fakat odaklandığında karşısındaki yaratığın sesini duyabildiğini fark etti. Islak taşların birbirine sürtünmesi gibi bir ses çıkarıyordu konuşurken. Birkaç saniyelik bekleyişten sonra cevap verdi.
“Bir Halbei tarafından neden sorgulanıyorum?”
Uzaylı, dokunaçlarını hareket ettirdi ve bazılarını sertleştirdi. Tek bir tane gibi görünen bacağının yanına dokunaçlarından birkaç tanesini daha ekledi ve organik bir sandalye oluşturdu. Kendisini yerleştirdiği sandalyesine ona doğru konuşmaya başladı.
“Seni bulduklarında giydiğin zırh... Biliyorsun ki bizimdi. Diğer eşyalar da elbette ve... Silah da. Onları nasıl kullandığını öğrenmek istedim. Zaten sadece ben istedim. Ne yüksek kuruldakiler ne de diğer ırklar. Herkes her şeyi o kadar olağan karşıladı ki!"
“Sen de "neden ben sormuyorum?" Diye mi düşündün?”
“Mantıklı bir soru. Ama bu soruna cevap verebilmem için öncelikle kim olduğumu anlatmam lazım. Evet. Anladığın gibi Halbei ırkındanım. Fakat gezegenimden ve evimden kovuldum. Eunviya-2’ye, çok uzun zaman önce geldim. Sizin gezegeninizin zaman hesabı olarak sekiz yıl kadar önce. Evimde yani kendi gezegenimde sadece rehberdim. Şehrime gelen diğer ırklara rehberlik yapıyordum. 'GBP' idim daha doğrusu. Güvenli bölge danışmanı. Şehirlerde artan suç oranları yüzünden, gezegenimize gelen farklı ırkları güvenli alanlara götürüyordum. Yaptığım işin hayatımı değiştireceğini düşünmemiştim ama bu suçlar bir süre sonra beni de buldu ve danışmanlık binamız yağmalandı. Birçok iş ve yakın arkadaşım yok edildi. Olanları kabul edemedim. İşimden ayrıldım ve bir kurul kurma kararı aldım.”
“Kurul? Yardıma muhtaçlar için mi?”
“Hayır. Araştırma ve geliştirme üzerine bir kurul. Bu görünen yüzü elbette. Diğer yüzü ise… Avcılık.”
“Anlamadım.”
“Şehrimdeki suç oranı her geçen gün daha da yükseliyordu. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Seyahatlerine yardımcı olduğum bazı ırklardan yardım aldım. Kendime bir ekip kurdum. Onlarla birlikte suçlularla savaşmaya çalıştım. Şehrime denge getirmeyi de başardım! Sadece bir danışman olarak üstesinden geldim! Ama... Yok ettiğim her bir zavallının arkasından başka birisi çıktı. Daha çok çabaladım. Fakat olmadı. Bitmediler. Bitmiyorlar..."
"Neden?"
"Düzen. Anlıyor musun? Kurulmuş bir düzen vardı. Şehrimdeki suçlular birilerine güvenerek hareket ediyordu. O da başkasına, o da bir başkasına ve o da diğerine... Bu düzeni değiştirmeye çalıştım. Fakat olmadı. Yönetimin en üst kademesinde bulunanlar beni umursamadı. Onlar için çalışanları da öldürene kadar elbette. Ve tahmin ettiğin gibi, sonunda her şey için beni suçlayıp buraya gönderdiler. Şehirlerdeki suçların yönetime kadar uzandığını nasıl bilebilirdim ki? Ama evet. İşte! Uzun süredir buradayım ve şehrimi eski hâline getirmek için her şeyi yaparım!”
“Merak ettiğim için bütün hikayeni dinledim. Ama bu olanların benimle ne ilgisi var?"
“Benim için çalış!”
“Nasıl? Ben mi?”
Uzaylı arkasındaki holograma döndü ve çevresinden sürekli damar geçen hareketli dokunaçlarını kaldırıp orayı işaret etti.
“Bizlerin yani Halbei ırkının her şeye karşı koruması yok. Hâkimiyet zırhı tamamen koruyamıyor bizi. Mesela... Sizin gibi sıcaklığa dayanıklı değiliz. Bir süre sonra dokunaçlarımızda değişmeler oluyor. Şişiyor, kuruyor ve sertleşiyor. Bir süre sonra ise kullanılamaz hale geliyor. Ya da ekranda gördüğün diğer ırklar… Her birinin zayıf bir noktası var! Palakatlar! Işığa dayanamazlar. Vunganlar! Oksijen onların tenlerini yakıyor. Beqqalar! Susuz yaşayamazlar… Biz! Halbeiler… Gezegeninize yaptığımız saldırının neden çok ani ve kısa olduğunu anladın mı? Saldırı ekiplerimiz yeryüzünde çok uzun süre kalamazdı. Hakimiyet zırhı onlara sadece zaman kazandırdı.”
“Burası da sıcak değil mi? Sana zarar vermesi gerekmiyor mu?”
“İşte tam da bundan bahsediyorum! Şu an bir insan ırkının dayanamayacağı kadar soğuk bir ortamdasın! Araştırmalarıma göre bunu yapamaman gerekiyor! Nasıl dayanabiliyorsun bilmiyorum ve kapsül! Kapsülü, birisi kasıtlı olarak açmadan uyanmaman gerekiyordu! Kapsülün içinde nasıl uyanabildin?“
"Nasıl? Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum. Birincisi burası soğuk değil ve ikincisi, kapsül evet! Neden onun içindeydim ben?"
“Benim ırkım. Halbeiler. Seni kapsülün içerisine hapseden onlar. Hakimiyet zırhını giyebilmiş olman, onları cezbetti. Seni incelemek için adeta birbirleri ile yarıştılar. Ancak yeni bir gezegene sahip olmak onların gözlerini kör etti. Seni daha sonra incelemek için buraya gönderdiler. Kısa bir süre sonra unutuldun. Dünya gezegeninde araştıracak onlarca şey vardı ki, seni bir köşeye attılar.”
“Sadece kobayım demek. Peki sen beni nasıl buldun?"
“Yöneticisi ve sahibi olduğum araştırma ve geliştirme kuruluşu sayesinde. Yasal işlerimiz için gerekli materyalleri yasal olmayan yollarla elde ederiz. Çok önemli bir iş almıştım. Bu iş sırasında senin karaborsada satışa çıktığını öğrendim. İlk zamanlar hiç önemsememiştim. Altı üstü bir insandın. Ama hakimiyet zırhını giyebildiğini öğrendiğimde... Seni satın almam gerektiğini düşündüm. Bizden üstün olabileceğiniz faktörler varsa bunu kendimiz için kullanmayı istedim.”
“Karaborsa mı?”
Uzuvlarını eski haline getiren uzaylı, yerinden kalktı ve canlı bir şehrin yansıdığı pencerenin önüne geçti ve manzarasını izlemeye koyuldu. Bir yandan da dokunaçlarından biri ile klavyesini kullanıp başka bir duvarda, başka bir hologram meydana getirdi.
“Orada da gördüğün gibi. Eğer ele geçirilen eşyaya ya da materyale uzun süre dokunulmazsa bu bazılarının hedefi hâline gelir. Bu genellikle depo sorumlularıdır. Birçok materyalin unutulduğunu fark ettikleri anda verilerle oynarlar ve hemen açık arttırmaya koyarlar. İçlerinden biri seni açık arttırmaya koymuştu. Seni satıp emekli olacağını düşünmüştü ama senin için teklif edilen kredi beklediği gibi yüksek çıkmadı. Sonuçta bir dünya insanıydın ve diğer ırklara göre artık köleden başka bir şey değildin. Seni ilk gördüğüm anda buna hak verdim çünkü kapsülün içerisinde tamamen zayıf ve çelimsiz duruyordun. Dünyaya saldırmadan önce sizinle alakalı bütün gelişmeleri takip ediyorduk, sizi tanıyorduk ve görüyorduk. Ama... Sen diğer insanlar gibi ilgi çekici değildin. Hatta öyle ki bize bir ceset satmaya çalıştıklarını bile düşündüm. Zar zor yaşadığın kanıtlanınca, sadece üç kişilik besin kredisi teklif edildi sana. Şu an üzerinde oturduğun cihazın havalandırma sistemi kapağı bile en az bin besin kredisi değerinde. Oradan hesaplayabilirsin. Tam satmak üzereydiler seni.”
“Neden? Kime?”
“Bilmem. Belki bir aristokrata. Belki de köle tüccarlarına. Hiçbir fikrim yok. Kimse kimseyi tanımaz müzayede alanında. Herkes kimliğini saklar orada. Alacak kişi seni her şey için kullanabilirdi.”
“Sen neden aldın?”
“Satılmak üzereyken boynundaki bir damar hareket etti. Hayatınızı adadığınız sıvı boynundan aşağı akıp gitti. Çok küçük ve çok hızlı bir anda olup bitti.”
“Bu normal değil mi? Damarlarımda kanım akmaya halen devam ediyor.”
“Tam işlevli bir kapsülün içerisinde iken bile mi? Hayır! Senin o soğuklukta donmuş olman gerekiyordu. Yaşam belirtinin durmuş olması gerekiyordu! Biyolojik saatinin devam etmemesi gerekiyordu! Ama kanın hareket ediyordu. Damarlarından akıp gidiyordu. Bunda bir yanlışlık olduğunu biliyordum!”
“Kaç tane insan gördün ki? Belki diğerlerinde de aynı şeyler meydana gelecekti.”
“Kapsülün ne işe yaradığını gerçekten anlamadın mı? Eğer seni kimse çıkartmasa ve kapsül zarar görmese, evrenin sonuna kadar orada kalman gerekiyordu! Ama sen… Kendi kendine öylece çıkabildin.”
Kadının anlattıklarını dinlemek ve daha birçok şeyi öğrenmek istiyordu ama kafasındaki soruları da bastıramıyordu. Dünyaya ne olmuştu? Dört yıldır burada ne yapıyordu? Eunviya-2 istasyonu neresiydi? Bundan sonra ne olacaktı? Hiçbir şey bilmiyordu. Ancak tek bir şeyi tahmin edebiliyordu. Karşısında göz ucu ile kendisine bakmakta olan bu uzaylı kadının söyleyeceği bir söz kaderini tayin edecekti.
“Eunviya-2… Halbei göçmen istasyonlardan bir tanesi. Ortak istasyon da diyebilirsin. Diğer ırkların ana merkezlerine yani gezegenlerine en kısa sürede gidebileceğin yegâne yer. Ancak o kadar önemli bir yer sayılmaz. Şehrimdeki gibi burası da suç merkezi. Her yer çürümüş, herkes iki yüzlü…”
Kadın kıkırdamaya başladı. Ancak kıkırdaması, normal bir insan ağlaması ile haykırmasının bir karışımı gibiydi ve bunu sağlayan da ağzını oluşturan çukurlardı.
“Gerçekten iki yüzlü olanlar da var tabi!”
"Ben..."
"Nerede olduğunu bilmeni istedim. Çevrene bakıyorsun sürekli. 'Burası da neresi?' gibi bakışın vardı."
Uzaylı kadın arkasını dönüp ona bir bakış attı ve elini klavyesine götürüp, referans aldığı insan bedeni hâline büründü.
“Psikolojik olarak senin ırkına benzemem daha mantıklı. Hormonlarının bana istemsizce güvenmesini ancak bu şekilde sağlayabilirim. Böyle söylemek istemezdim ama bilimsel bir gerçek bu. Fakat elbette bu durum geçici. Çünkü şu an dünya dışında yaşamını sürdüren tek insan sensin. Daha doğrusu sürdürmeyi başarabilen. Bu yüzden sadece senin için böyle görünmeyi tercih ediyorum. İstasyondaki başka biri tarafından görülmek istemem. Sonuçta insanların Dünya'dan ayrılması yasak."
"Neden kadın peki? Bizi tanıyorsan cinsiyetlerimizi de biliyor olmalısın."
"Halbei ırkında da cinsiyetler bulunur. Sizin gibi kadın ve erkek olarak ayrılmıyoruz elbette. Ama bedenimdeki özellikleri düşündüğümde insan ırkındaki dişilere daha yakınım diyebilirim.Bu arada hâlen fark etmedin değil mi?”
Fark etmesi gereken şeyin ne olduğunu bilmiyordu. Kendisine söylenilenleri anlamaya çalışsa da başaramadı. Kadının onun süzdüğünü görünce, çevresine ve bütün vücuduna baktı. Hatta kendisini yansıtacak her eşyaya yüzünü yakınlaştırıp, başka bir açıdan da kendisini inceledi ancak değişik herhangi bir şey göremedi. Aradan dört yıl geçmesine rağmen yüzünde tek bir değişiklik olmamıştı. Parmaklarını boynuna attı. Kanı damarlarında dolaşmaya devam ediyordu. Gözlerini birkaç defa açıp kapattı. Etrafı net bir şekilde görebiliyordu. Kolunu kaldırıp kapsüle doğru bıraktı. Yer çekimi de ona normal geliyordu. Gözlerini kısıp kulaklarına odaklandı. Cihazların cızırtıları, istasyonun gürültüsü... Çevresindeki ses akışı da normaldi. Hava… Normal olmayan havaydı. Parmaklarını şaplak atacakmış gibi sonuna kadar açıp elini salladı. Hava parmakları arasında gidip geliyordu ancak alışık olduğu gibi değildi. Dikkatini olabildiğince verdiği anda havanın daha yoğun olduğunu fark etti. Parmaklarına çok az baskı uyguluyordu. Neredeyse jöle gibi bir kıvama sahip gibiydi.
“Hava… Bir şeyler yanlış!”
“Fark edebileceğini düşünmüyordum. Ama böylesi bir ortamda hayatta kalabildikten sonra er geç fark edecektin. Şu an bu odada seni hayatta tutabilecek kadar oksijen yok. Farkında değilsin ama kapsülden çıktığından beri nefes almıyorsun.”
Oda da oksijen olmadığını duyduğu andan itibaren duvarların üzerine gelmeye başladığını hissetti. Bir şeyler boğazını sıkıştırıyor, göğsünün üzerine art arda taşlar yığılmış gibi baskı yapıyordu. Vücudu da buna şiddetli bir tepki gösteriyor, parmaklarının en ucuna kadar bir titreşim hissediyordu. Burun delikleri genişliyor, ağzı ise olabildiğince açılmaya çalışıyordu. Nefes almaya çalışıyordu ama ciğerlerine hiçbir şey çekemiyordu.
“Boğul…”
“Hayır boğulmuyorsun. Aslında şu an senin yerinde başkası olsaydı. Kapsülden çıkar çıkmaz boğulurdu. Ancak sen boğulmuyorsun. Sadece beynin öyle zannediyor. Çünkü nefes almaya alışıksın ve bu bir alışık olma psikolojisi. Damarlarında akan sıvının oksijene ihtiyacı var ve bu ihtiyaç sizlerde alışkanlık yaratıyor. Irk fark etmeksizin her canlının ortak noktası bu sanırım. Hepimiz bir şeylere alışırız. Örneğin Halbeiler…”
Kadın konuşmasına devam etmekteyken, kapsüldeki oturduğu yerden kalktı ve yere, dizlerinin üzerine çöküp, ellerini boynuna götürdü. Vücudu çeşitli tepkiler veriyordu. Renginde sararma vardı ve gözlerinin altı çoktan morarmıştı. Parmakları ise vücudunun panik hâlinde olduğunu gösterircesine titriyordu.
“Biz soğuğa alışığız. Sıcakta yaşayamayız ve ortamdaki hava bize zarar vermiyorsa eğer, içerisinde barındırdığı gazların ne kadar yoğun ya da farklı olduğunu umursamayız. Çünkü alışığız. Sizde de öyle aslında. Nefes almaya o kadar alıştınız ki, bazen nefes almasanız bile bunu düşünmüyorsunuz. Bak. Sana söyleyene kadar umurunda bile değildi. Şimdi ise boğulduğunu düşünüyorsun.”
Parmakları titremeyi kesmişti ve vücudu katılaşmıştı. Göz bebekleri ise büyümüş, yüzündeki kemikler de derisini yırtıp geçecek gibi gün yüzüne çıkmıştı. Kendisini ölümüne hazırlıyordu. Hiçbir şeyi bilmediği, yabancı bir yerde ve gezegeninin dışında bir hiç olarak ölüp gidecekti. Her zaman olduğu gibi, kimse onu hatırlamayacaktı ve tanımayacaktı bile.
“Sakin ol. Nefes almaya çalışma artık çünkü şu an bu mümkün değil. Beynini ve vücudunu kontrol etmek zorundasın. Sana söyleyene kadar bunları fark etmemiştin bile. Düşünmen gerekiyor. Düşün! O soğukta kapsülden çıkmışsan, göçükten kurtulmuşsan, zırhı giyebilmişsen ve ben sana anlatana kadar, hayatta kalma iç güdülerinin yönlendirmesi ile benimle konuşmuşsan, bunu yapmak zor olmayacaktır. Dediğimi yap. Yoksa…”
Yoksa ne olacaktı? Zaten boğuluyordu ve gözlerinin önündeki perde tamamen kapanıyordu. Bundan daha kötü ne yaşayabilirdi?
“Seni kapsüle geri koyarım. Bana yardım edemeyecek zavallı bir et yığını ve sadece normal bir insan olduğunu düşünür, sonsuza kadar seni kapalı tutarım. Sorularının cevabını almadan, neler göreceğini ve yaşayacağını merak ederek bir kutuda kapalı kalmak istemezsin değil mi?”
Ona göre ölmekten daha beter bir şey varsa, o da yaşarken sorularına cevaplar alamamaktı. Halbei askerlerinden çaldığı zırhı üzerine geçirdiği zamandan beri aklında yüzlerce soru vardı. Ölümü, zavallılığı ya da sadece bir insan olmayı tercih edip soruları arkasında bırakabilirdi. Ama soruları ve düşünceleri ile bir kutuda hayatını sürdürmek, ona ıstıraptan başka bir şey sağlamazdı. Belki kapsülden tekrar çıkabilirdi ama aradan bu sefer kaç yıl geçecekti? On yıl? Elli yıl? Yüz yıl? Bin yıl? Oysa dört yıl kısa bir süreydi. Uykuda iken habersiz olduğu her şeyi öğrenebilirdi ve zamana ayak uydurabilirdi. Ama daha fazlası için bu imkansızdı.
“Sakin ol ve hayatta kal. Düşün! Nasıl hayatta kalabildiğini düşün!”
Kadının dediklerini dinledi. Gözlerini sık sık kapatıp açtı ve boğazından ellerini çekip zemine doğru bıraktı. Kafasını da geriye doğru atıp, kendini rahatlatmaya çalıştı. Bir yandan da kadının kendisine söylediği şeyleri tekrarlayıp kendisine telkin vermeye başladı.
“Hayatta kalabiliyorum. Soğukta, sıcakta ve oksijensizlikte. Daha önce yaptım. Yine yapabilirim. Sakin ol."
Rengi yavaş yavaş yerine gelmeye başlamıştı. Gözlerinin büyüklüğünün anormal artışı ve parmaklarındaki titreyiş de eski hâline dönmüş, içindeki korku ise bir anda sönüvermişti. Kendisini telkin etme çabaları yavaş yavaş işe yaramıştı.
Kadın onun önünde diz çökerek yüzüne baktı.
“İşte böyle. Şimdi! Bana bak! Benim için çalışacaksın. Sana her şeyi anlatacağım. Ne yaptığımı, niye yaptığımı, kimlerle çalıştığımı, amacımı… Her şeyimi. Sana her şeyimi sunuyorum. İstediğin her gezegende ve yerde yaşayabilmeyi, uçsuz bucaksız bu evrende bütün yıldızları keşfedebilmeyi… Ne istersen. Sadece benimle çalış ve yapacağım bütün deneylere gönüllü ol. Neler yapabileceğimize inanamayacaksın!”
O sadece kafa sallamak ile yetindi. Sorularının cevabını alacaktı ve bunun üzerine hiçbir dünya insanının göremeyeceği şeyleri görecekti. Ama onun istediği bitmek tükenmek bilmeyen merak duygusunu sona erdirmekti. Her şeyi görürse, hiçbir şey için artık soru sormayacaktı. Tek arzusu buydu.
Bir Dünya Yılı Sonra
Altı patlar plazma silahını yaratığın kafasına dayamıştı. Kolundaki küçük taşınabilir yazıcısından oluşturduğu sigarasını yaktı ve birkaç nefes çektikten sonra sigarasının külünü, yaratığın avuçlarındaki su birikintisine döktü.
Geldanti yağmurları uzun zaman sonra ilk defa bu kadar uzun ve hızlı bir şekilde yağıyordu. Mor damlacıkları bütün bir şehrin üzerine kinini kusuyor, kirletilen havanın bir nevi intikamını halktan çıkartıyordu. Ancak zemine çakıldığı anda hızlı bir şekilde buharlaşıyor, ortamı ısıtmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bu da bütün şehrin sokaklarını sise boğuyordu.
Kafasını kaldırıp gökyüzüne ya da gökyüzü diyebileceği alana baktı. Bomboştu. Sadece mordan bir çarşaf üzerlerine örtülmüştü ve sanki bu gezegeni herkesten saklamaya çalışıyor gibiydi. Kafasını aşağı indirip, sırtı duvara dayalı yaratığa ve vücudunun farklı yerlerinde oluşan yara izlerine baktı.
“Dediklerimi dinledin değil mi?”
Uzaylı kafasını aşağı yukarı sallayarak, pörtlek gözleri ile onu onayladı ve anlaşılmayan bir dilde konuşmaya başladı. Uzaylıyı susturup boşta kalan elini sol kulağına götürdü ve beresini hafifçe sağa sola oynatıp altta kalan uzun saçlarını hafifçe kenara çekti.
“Ne? Kusura bakma. Saçlar bazen simültane çeviriye engel oluyor. Tekrar söyle!”
“Bana bunları neden anlattın?”
Kendisi de bilmiyordu. Bu yok etmek için görevlendirildiği dokuzuncu hedef ve ikinci silah tüccarıydı. Kadınla nasıl tanıştığını hedeflerine anlatmayı seviyordu. Fakat şu an kurbanının bunu sorması onda farklı bir his yarattı ve gülümseyip tetiğe asıldı. Havada patlayan yeşil bir ışık, küçük bir ok gibi silahtan çıktı ve kurbanının kafasını yarıp duvara onun yaşam sıvısı ile birlikte çakıldı. Silahını kaldırıp tetiğini kapattı ve kabzasındaki düğmeye basıp onu pasif bir hâle getirip, belindeki yerine yerleştirdi. Başka bir sigara daha yakarak yürümeye başladı. Bir yandan da kendi kendine söyleniyordu.
“Aslında haklısın. Başka bir sefere… Başka birine… Belki de başka şeyler anlatırım.”
11 Ay Önce
Nefes alınmayan bir ortam içerisinde olduğunun farkındaydı ancak içten içe “nefes nefese” kaldığını hissediyordu. Daha ne kadar koşması gerektiğini bilmiyordu. Her döndüğü köşe, karşısına başka bir duvar çıkartıyordu ve yıkmaya ya da geçip gitmeye çalıştığı her engel başka bir anda ona daha güçlü olarak yansıtılıyordu.
“Dünya’da ordu. Burada bu! Nefret ediyorum bundan!”
Kendi kendine konuşması onu rahatlamaya yetiyordu. Çünkü çevresinde bir insan sesi duymayalı, kapsülün içinde geçirdiği süre de dahil olmak üzere bayağı uzun sürmüştü. Kendi sesini sırf bu yüzden, değişik tonlarda çıkardığı bile oluyordu fakat bulunduğu bölgenin en tepesinde onu izleyen Halbeili kadın, buna izin vermiyordu. Sürekli emirler yağdırıyordu ve o karşılık vermeyerek sadece itaat ediyordu.
“Sağına dön! Bir el ateş hakkın var!”
Sağına döndüğü sırada duvarlardan biri yok olup solundaki açık alanı kapattı ve önüne iki tane hologram çıkarttı. Biri kendisi gibi insandı. Diğeri ise farklı renkte boynuzlara sahip olan bir uzaylıydı. İnsan masum duruyordu fakat uzaylı onun yerine elinde garip bir nesne tutuyordu.
“Kime ateş edeceksin?”
Halbeili kadın kendisine verdiği silahı çekti. Silah kişinin karakteristik özelliği ile çalışıyordu ve onu tutmakta olan kişinin en güçlü özelliğini ortaya çıkartıyordu. Kadınla çalışmayı kabul ettiği gün bu silahı almaya hak kazanmıştı ve kadın kendisine bu silah ile ilgili sayısız video izletmişti. Bitkileri kontrol eden uzaylılar da vardı. Yıldızları yok eden de. Sadece kıvılcımlar çıkartabilen küçük farelere benzeyen yaratıklar da bulunuyordu bu videolar içerisinde, yıldırımlar yağdıran şeytan görünümlü uzaylılar da. Bu onda olabildiğince heyecan ve istek uyandırmıştı fakat daha silahı ilk ateşlemesinde, hedefine düz bir ışık haresi gönderebilmişti. Küçük, silindir ve dümdüz ilerleyen bir ışık haresi… Tek yapabildiği buydu. Yıldırımlar, ateşler, gök taşları, bitkiler falan yoktu. Sadece ışık. Kadının buna verdiği tek cevap ise;
“Bir lamba ile de aynı şeyi yapabilirsin! Silah yerine lamba ister misin?”
Demek olmuştu. Ancak o bunu umursamamıştı. Kadın kendisine silahı detayları ile ilk defa ona anlattığında, silahın bir açığı bulmuştu.
“Bu silah kişinin ruh halini cisimleştirir. Vunganlar’ın en büyük başarısı bu silahtır. On beşinci Vungan Kralı Ko-Tush’un Ölümsüz İmparatorluğu şerefine dövdürüldü. En bilgili kişiler tarafından tasarlandı. Birçok ırkın erişemediği bir teknolojiye sahip. Anlarsın ki çalması da bir o kadar zor oldu. Benimle çalışacaksan, bu silah hep yanında olmalı.”
Kadın silahı onun ellerine bıraktığı anda kurmuştu bu cümleleri ve silahın açığı ya da kullanım kılavuzu ilk cümlede ortaya çıkıyordu. Eğer ruh hâlini ne kadar düzenli hâle sokarsa, silahın hizalanması o kadar kolay oluyordu. Ancak aklındaki sorulara ne zaman dalarsa, silahtan çıkan ışık hareleri yüzlerce parçaya bölünüp yollarına devam ediyordu. Fakat kadına söylemediği bir şey daha vardı.
“Ateş et artık!”
Kadının seslenmesi ile kendine geldi ve silahı hedeflerine doğru çevirdi. Dünya'da kullandığı altı patlara benziyordu fakat teknolojinin gelişmişliğini gözler önüne seriyordu. Mermi haznesinin olduğu yerde sadece altı tane deliği bulunan yuvarlak bir silindir vardı. Fakat içi boştu ve delikleri parlıyordu. Onun ruh hâline göre delikler renk değiştiriyordu. Kabzanın üzerinde ise bir tarayıcı vardı ve kabzayı tutan kişinin bileğinin tarayıp, aynı boyutta metal bir protez oluşturuyordu ve kabzayı tutan kişinin bileğini sarıyordu. Bu işlem bir saniyenin altında gerçekleşiyordu. Namlu ise bazı yerlerinden delinmişti ve silindir haznenin ışıkları bu küçük oyuklardan fırlıyordu.
Karşısındaki iki hedefe tekrar baktı. Ateş edeceği hologramın hangisi olduğunu bilmiyordu. O anda bunu düşünmüyor, onun yerine gezegeninin başına gelenleri hayal ediyordu. Küçük çocukların uzaylılar tarafından işkence gördüğünü, savaşamayanların köle olarak satıldığını kafasında canlandırıyordu. Bu düşünceler onun ruh hâlini oldukça kararlı ve karamsar hâle getiriyordu.
O anda kadının da beklemediği bir şey oldu. Tetiğe daha dokunmadan silah ateş aldı ve mermi dışarıya fırladı. Mermi hedefine ulaşmak üzere iken çevresini bir ateş haresi sardı ve ilerlediği hatta saf ateşe dönüşüp, iki hedefi de küle çevirdi.
Kadın şaşkınlık içerisinde bulunduğu cam bölmenin arkasındaki kısımdan kendisine seslendi.
“Bitti. Yukarı gel!”
Kadının yanına geldiği sırada, onun incelediği ekranı gördü. Kadın her açıdan namludan çıkan mermiyi izliyordu. Mermi namludan çıkar çıkmaz bir ateş haresi ile çevreleniyor ve metalik gövdesi kızgınlaşarak saf bir ateş haline geliyordu. En sonunda da ikiye ayrılıyor ve hedefleri kendi başlarına bulup onları yok ediyordu.
Videoyu arka arkaya dört beş defa daha izledikten sonra kadın arkasını döndü ve ona baktı.
“Konuşmamız lazım.”
Biterken Çalıyordu; Harun Kolçak - Ölürüm Elinde
Yazar: Ahmet T. Mengeş
Bilimkurgu ve Fantastik sever. Oyun bağımlısı. Vampir mitoloji gardiyanı. Garip ve bir o kadar da ukala. Amatör oyun geliştiricisi. Çok amatör.